İnsanlık, 1950’lerden bu yana içinde yaşadıkları iklim koşullarının değişmekte olduğunun farkına varmaya başlamış, bilim insanları yıllar boyu yaptıkları ölçümler ve araştırmalar sonucunda bu değişime, insanoğlunun yerküre üzerindeki yaşamı sürecinde atmosfere bıraktığı CO2 gazının neden olduğunu belirlemişler. Bilimsel araştırmalar derinleştikçe konu ülke yönetimlerin gündemine de girmiş, ilk olarak ta 1978 yılında Birleşmiş Milletler Stockholm konferansında tartışılmış, ülkeler bu salınımları azaltma yolunda taahhütte bulunmuşlar.

İnsanlık, 1950’lerden bu yana içinde yaşadıkları iklim koşullarının değişmekte olduğunun farkına varmaya başlamış, bilim insanları yıllar boyu yaptıkları ölçümler ve araştırmalar sonucunda bu değişime, insanoğlunun yerküre üzerindeki yaşamı sürecinde atmosfere bıraktığı CO2 gazının neden olduğunu belirlemişler.

Bilimsel araştırmalar derinleştikçe konu ülke yönetimlerin gündemine de girmiş, ilk olarak ta 1978 yılında Birleşmiş Milletler Stockholm konferansında tartışılmış, ülkeler bu salınımları azaltma yolunda taahhütte bulunmuşlar. Ancak bu taahhütlerini halklarının desteğini almadan verdikleri için, yıllar geçmesine rağmen bu yolda etkin adımlar atamamışlar. Birleşmiş Milletler bu desteği alma hedefiyle, 1992 yılında düzenledikleri Rio Konferansına ülkeler liderlerinin yanında Sivil Toplum Kuruluşlarının temsilcilerinin de katılımını sağlayarak, bu doğa felaketine dur deme yolunda etkin olacak önlemleri beraber tartışmışlar, kararlar almışlar ve bu yolda adımlar atmaya başlamışlar.

Uluslararası platformda bu çalışmalar sürerken 2015 yılına gelindiğinde ülkeler, yerküre üzerindeki iklim koşullarının değişiminin, verilen bütün çabalara rağmen durdurulamadığının ve atmosfer sıcaklığının 1,1C derece arttığının farkındalığıyla, Paris’te yeniden toplandılar, tartıştılar ve sonuçta 2050 yılına kadar atmosfer bırakmakta oldukları CO2 salınımlarını sıfırlamayı hedef alan taahhütname niteliğindeki bir sözleşmeye imza attılar.

İşte bu çalışmalar süre gelirken, sanayi dünyası da sıfır CO2 salınımlı enerji üretim sistemleri üzerinde yoğunlaştı ve bu anlamda güneş ve rüzgar kaynaklarını öne çekti. Aslında bu konuyu ben köşemde her vesile ile işledim, örneğin İsveç’in bugün kullanmakta olduğu tüm elektrik enerjisinin %54’ünü rüzgar enerji sistemleriyle sağladığını ve 2040 yılına kadar tamamını bu sistemlerle karşılamayı planladığını, aktarmıştım. Peki, bizde neler oluyor bu alanda, gelin göz atalım;

Avrupa Rüzgar Enerjisi Birliğinin verilerine göre,  AB ülkeleri 2019 yılında elektrik enerjisi ihtiyaçlarının %15’ini rüzgar enerjisinden elde etmiş, Türkiye’nin de rüzgar enerjisi üretimi artış göstererek, toplam enerji kullanımımızın %8’ni karşılamaya başlamış. Birliğin tespitlerine göre Türkiye bu üretimiyle AB ülkeleri içinde 7.sıraya yerleşmiş. Bu üretimin kurumsallaşma çabaları sürerken, Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği (TÜREB) kurulmuş ve rüzgar enerjisi üretimindeki gelişmeler bu birlik tarafından yakından takip edilmeye ve desteklenmeye başlanmış. Birlik yayınladığı istatistik raporunda, 2020 Ocak ayı itibarıyla, son on yılda rüzgar enerjisinin en gelişen sektör olduğunun altını çizdi ve Türkiye’nin birçok bölgesinde 2019 yılı sonu itibariyle 3285 rüzgar türbini dikildiğini ve bu türbinlerin yerleştiği 198 santralda 8056 MW kurulu gücün enerji sistemine kazandırıldığını, 25 yeni santralın da inşaat safhasının devam ettiğini, açıkladı. Bu arada Birlik, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 48 GW olarak öngördüğü karasal rüzgar enerjisi kapasitesinin de 100 GW gücü aşacağını vurguluyor.

Rüzgar enerjisi santrallarının Türkiye elektrik üretimindeki payı, 2018 yılından itibaren daha hızlı artış göstermekte ve yukarıda da belirttiğim gibi, yıllar ilerledikçe devreye girmekte olan yeni santrallarla bu oran %10lara doğru yükselmektedir. Şu anda en yoğun üretim Ege Bölgesindedir, onu Marmara Bölgesi takip ediyor.
Malatya ve Doğu Anadolu’da da rüzgar enerjisi yatırımları devam ediyor.

Bu arada sektörün hem dünyada, hem Türkiye’de katlanarak gelişimi bilim dünyasını da hareketlendirdi, İTÜ Enerji Enstitüsü uygulamaya başladığı bir eğitim programıyla, bu sektörde çalışmak isteyenlerin ve sektörde çalışan teknik kadroların bilgi eksikliğinin giderilmesi, yeni teknolojiler ve güncel uygulamalar hakkında bilgilerinin geliştirilmesini amaçlıyor.

Ülkemizde de rüzgar ile enerji üretimi hızla gelişmekte olduğunu göz önünde tuttuğumuzda, yurt genelinde rüzgar alan bölgelerin kapasitelerinin belirlenmesi yolunda araştırmaların da geliştirilmesi gereği yadsınamaz. Meteoroloji Genel Müdürlüğünün yurt genelinde yaptığı ölçümlerin, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının yetkili birimleri ve sektörde fiilen çalışan uzmanlar tarafından değerlendirilip, ülkemizin rüzgar enerjisi üretim haritasının çıkarılması ve bu haritanın sektör yatırımcılarının önüne konması da büyük önem taşımaktadır.

Sonuç olarak, temiz enerji üretimimizde rüzgar varlığımızın çok değerli bir doğa kaynağımız olduğunu kabullenmeliyiz ve geliştirme yolunda kolları sıvamalıyız diyerek, konuyu değerlendirmenize sunuyorum.