Tuna, Londra’dan dönüşünün ikinci günü Teraryum işine geri döndü. Her şeyi özlemiş.

“Baba, şu şişe en az beş yıllık. Bak bitkiler hâlâ canlı” deyip ilgimi kendisine çekiyor. Onlarca şişe, fanus ve kavanozu evin değişik yerlerinden getirip tezgâhın üstünde toplamış.

Oysa ben, bilmem kaçıncı kez izlediğim filmin yine ortalarındayım. İlgim dağılsın istemiyorum.

Bu filmi ve serisini izlemek için bir neden mutlaka bulurum. Bu kez izleme nedenim, aylar önce filmin çekiliş hikâyesinin anlatıldığı belgesel dizi. Özellikle başlangıçtaki düğün sahnesi çok ilginç geliyor bu izleyişimde.

Düğüne davet edilmiş konuklardan biri, iri yarı cüssesiyle oturmuş Don Corleone’ye söyleyeceği lafları ezberlemeye çalışıyor. Demek ki romanda da böyle bir karakter var. Öylece senaryoya aktarılmış.

Francis Ford Coppola, İtalyan asıllı bir yönetmen. Mario Gianluigi Puzo da yine İtalyan asıllı Amerikalı romancı ve senaristtir.  Belgeselde öğreniyoruz ki bu ikiliyi bir araya getiren kişi ise Albert S. Ruddy.

Çok az bütçe ile yola çıkan Ruddy adeta bir sihirbaz. Ve bu şaheserin ortaya çıkmasının baş mimarı. Meraklısı mutlaka izlesin.

Düğün sahnesindeki o iri cüsseli adam kitapta da var. Karakterin adı Luca. Ancak daha önce hiçbir filmde oynamamış biri. Replikli figüran bile sayılmaz. Coppola müthiş bir yönetmen. Düğün sahnesini tıpkı bir düğün gibi organize etmiş. Her şey doğal. İlerleyen sahnelerde göreceğimiz neredeyse tüm karakterler orada. İki üç kamera koymuş değişik yerlere. Sanki film çekmiyor, bir çocuk merakıyla düğünü seyrediyor.

Bir ara gözü Luca Brasi rolünü oynayacak figürana ilişiyor. Adam bir sahnede Corleone’nin yanına geçip birkaç kelimeden oluşan repliğini atıp çıkacak.

“Don Corleone, beni davet edeceğinizi hiç beklemiyordum. Çok teşekkür ederim.”

Meğer adamcağız o repliklere çalışıyormuş. Ama Coppola bunu görünce, sanki Baba’nın ihtişamından çekinen, söyleyeceği şeyleri dışarda çalışan bir karakter çıkarmış ortaya. Şiirsel, dahiyane.

Luca o sahnede bile elindeki kâğıttan okuyor repliği. Çünkü bir türlü ezberleyememiş. Coppola’nın film makarası harcamaya ne bütçesi ne de vakti var.

Yine filmin başladığı sahnede Marlon Brando’nun kucağında bir kedi görüyoruz. O da aslında normal sahnede yok. Tam “motor” deneceği anda film için kiralanmış evin kedisi kucağına atlayıveriyor. Brando hiç bozuntuya vermeden hem kediyi okşuyor hem de repliğini okuyor. İşte size yine doğal ve unutulmaz bir sahne.

Bu film nedense beni hep şarj eder. Bu kez kamera arkasını bilerek izlediğim için çok etkilendim. Belgeselde kesik at başının bulunmasına kadar birçok detaya yer veriliyor.

1973 yılında bir çocukken Beyoğlu’nda ilk kez çocuk gözümle izlediğim bu filmi tam 52 yıl sonra tekrar “nasıl çekildiğini bilerek” izlemek beni çok etkiledi.

(Şimdi böyle bir filmi çocuklar sinemada izleyemezler.)

Tekrar filme dönelim. Luca karakterini oynayan bu kişi iki üç kelimeyi neden ezberleyemiyor?

Zekâ sorunu mu var, yoksa tecrübesizliği yüzünden heyecanlanıyor mu?

İkisi de olabilir elbette. Belgeselde buna fazlaca yer verilmiyor. Ancak benim fark ettiğim bir şey var. Marlon Brando o sahnede istemsizce bıyık altından gülüyor. Keyif almış belli ki. İş doğal meşrebinde gidiyor. Çünkü O da oynarken adeta yaşayan bir duayen.

Gelelim benim tespitime:

Figüran, o güne dek onlarca filmde beyaz perdede izlediği, şöhretinin doruklarındaki bir efsaneyi karşısında görünce dumura uğruyor. Kim uğramaz ki?

Lütfen o sahneyi bu bilinçle izleyin. Siz de fark edeceksiniz.

Birazdan oğlumuz gelinimiz, kızımız damadımız ve torunlarımız gelecek. Tam yeşil erik zamanı. Anneannesi, alt dalları özellikle toplamadın biliyorum. Torunumuz Alpimiz meyve toplama keyfine varsın diye.

Biz de Baba filminin düğün sahnesinin çekildiği gibi bahçede olacağız birazdan. Baba da var ana da var. Bütün ailenin bir arada olduğu her gün düğün değil mi zaten?