“Aa Mükerrem, ne yapıyorsun?” dedi bahçe kapısından girer girmez. Annem o sırada yere çömelmiş vaziyette, alı al moru mor olmuş suratıyla, galvaniz leğende çamaşır yıkıyordu. Cevap verecek hâli yoktu. Komşu kadın devam etti:

“Çarşamba çamaşır yıkanmaz, sen bilmiyor musun?”

Oldukça geç kalkan, gün boyu kapı kapı gezen ve dolayısıyla evini bok götüren bir kadındı Hatçe abla. O gün annemi çalışır görünce asabı bozulmuştu. O yiyecek içecek, lak lak edecek insan arıyordu.

Erenler, evliyalar falan filan diye geveleyip, geldiği gibi aniden çıktı gitti.

Salı sallanır, çarşamba çamaşır yıkanmaz, perşembe perişanlıktır, cuma mübarek gündür; zaten hiçbir şey yapılmaz. Cumartesi pazar hafta sonudur. Ee, ne oldu? Geriye tek gün kaldı. O da hafta başı: Pazartesi.

Hafta sonları ya düğün vardır ya dernek ya sefa vardır ya gezek.

Evde her şey tükenmiştir. Çarşı pazar düzülmelidir. Kaba gerçek budur.

Gözümü şu fani dünyaya açtığımdan beri hamaset, hurafe, safsata, efsane kuşattı etrafımı. Yıllar geçti, gördüm ki ne radyodaki spiker, ne kapıdan hışımla giren komşu teyze doğruyu söylüyormuş. Gerçek bambaşka bir şeymiş. Devletin resmi dili, duymak istediğini ya da bilmek istediğin kadarını söylermiş.

Gerçek hiç ferahlatıcı değil.

Gerçek çok acı…

Altmışlı, yetmişli yıllar geçti.

Seksenler, doksanlar da öyle. Geldik bugüne.

Peki bugün saf, pirüpak gerçek nerede?

Nerede olacak; önümüzdeki koskoca sininin içinde duruyor.

Ayıklanmayı bekleyen bir tepsi pirinç; ama içinde pirinçten çok taş var. Ayıkla ayıklayabilirsen.

“Sosyal Medya Cinayetleri” kitabımda döne döne yazdığım konu hâlâ ayağıma dolanıp duruyor.

Bir aile büyüğümüz, kardeşime bir fotoğraf atmış ve altına da bir yorum yazmış. Yine içim acıdı. Öleceğim kahrımdan.

Görselde bir grup, bir makamı ziyaret etmiş ve çerçeve içinde bir fotoğraf hediye ediyor. Gruba ve oradaki insanlara baksanız, verdikleri fotoğrafla bir bağ kuramazsınız. Kimse kuramaz diyorsunuz.

Ama benim aile büyüğüm, kıymetli ağabeyim kurmuş, inanmış, öfke dolu.

Yani o fotoğrafı hazırlayan ve servis eden başarıya ulaşmış. Bu öyle bir başarı ki, bu dünyada yetmiş küsur yıl kanlı canlı yaşamış gerçek bir kişiye, olma olasılığı neredeyse imkânsız olan bir şeyi yalamadan yutturmuş.

Yine hemen görselin gerçeğini bulup ağabeyimize attım. Altına, “Ne olur inanma abiciğim, inanma” yazdım.

Ne cevap geldi dersiniz? Her zaman olduğu gibi: HİÇBİR ŞEY.

Ağabeyimizin ruh halini anlıyorum. Bir fikrî ideolojisi vardı. Önüne tam da onu kaşıyan bir görsel düşmüştü.

“Ey ahali, işte görün, bakın. Ahan da bu da ispatı!” diye avaz avaz bağırıyordu.

Karşısına ben çıktım. Suratına gerçeği bir tokat gibi çarptım.

Şimdi ne yapıyordur ağabeyimiz sizce?

Ne yapacak; harıl harıl, gerçek olduğunu düşündüğü, ideolojisini omurgalayacak başka görselleri bulup sağa sola atmakla meşgul.

Artık onun bizimle işi yok. Biz münafığız. Biz çarşamba günü çamaşır yıkıyoruz.

O, kendine göre bir komşu arar bulur kendine. Zaten onların mahallede bolca var. Sakın onları gün görmemiş Hatçe abla sanmayın.

Ben birçoğunu tanıyorum, zaten ondan kahroluyorum ya!

Kimi Avrupa görmüş, yıllarca orada yaşamış; kimi cerrah, kimi yüksek okul mezunu bir iş insanı...

Bu yalandan yapılmış deve hamurunu nasıl yutuyorlar diyorsun, üzülüyorsun.

Gösteriyorsun, görüyor ama yenilerini arıyor ve buluyor.

İşte ona kahroluyorsun.