Yazar Mustafa Özel, Bursa sanayisinin duayen isimlerinden, Gökçelik’i dünya markası haline getiren Yalçın Aras’ı kaleme aldı. Aras’ın hayat hikayesini anlatan Özel, yazısını “Ekonomik büyümeyi sürükleyen şey, fikirlerdir. Ülkesine ve insanlığa yararlı bir fikri olan ve hayatını o fikre adayan kahramana ne mutlu!” diye bitirdi. Mustafa Özel’in kaleme aldığı yazı şöyle:

“Ruhu diri tutan, öyküdür. Özellikle de kahramanlık öyküsü. Tolstoy, büyük öykü tarihi Savaş ve Barış’ta “Çar, tarihin kölesidir!” derken, kahramanın önemini küçültmüyor, toplumsallaştırıyordu. Büyük romancıya göre, görünürde halk yığınları kahramanları takip ediyor, gerçekteyse, zaten hedeflerini belirlemiş ve yola çıkmış bulunan insanları, iyi pozisyon almış kahramanlar, hedeflerine daha kolay ulaşıyordu.

Fernand Braudel’e göre, hedef maddi kazanç idi. İnsanlık tarihi, insandan çok, eşyanın tarihiydi. Milyonlarca insan sabahtan akşama altın, gümüş, ipek, baharat, çay, kahve, tütün, pamuk veya petrolün peşindeydi. Osmanlı tarihini bu bağlamda değerlendiren Halil İnalcık, daha dengeli bir görüş ortaya koyuyor, ruh ile maddeyi birleştiriyordu: Osmanoğulları “gaza-doyum” peşindeydiler. Bedenleri kadar, ruhlarının da azığa ihtiyacı vardı. Özetle, kahraman, toplumun maddi ve manevi ihtiyaçlarını tatminde öncülük eden önder şahsiyetti.

İKTİSADÎ KAHRAMANIMIZ YOK!

Yirminci yüzyıl Türkiye’sinin en meşhur tarihçilerinden Reşat Ekrem Koçu (1905-1975), 1960 yılında yayımladığı Tarihimizde Kahramanlar başlıklı eserinde Osman Gazi’den Atatürk’e kadar 168 Türk kahramanının hayatını özetler. Bunlardan 49’u paşa, 28’i bey, 12’si gazi, 12’si reis, altısı ağa, beş tanesi ise onbaşı/çavuş ünvanlı iken; aralarında çağdaş anlamda bir tek iş insanı (esnaf, tüccar vs.) yoktur. Peyami Safa ise, Koçu’dan yirmi yıl kadar önce kaleme aldığı “İş Adamı ve Kahraman” başlıklı yazısında, bir iş insanının neden kahraman sayılamayacağına dair ortalama Türk aydınının hissiyatını şöyle dile getirir: “İş adamı ile kahraman arasındaki tezat, müspet ve menfi kutuplar tezadıdır: İş adamı kazanmak, kahraman kazandırmak ister. İş adamının kendi kazancı memleketin menfaatinden evvel gelir, kahramanın gözünde memleketin kazancı kendisine ait bütün menfaatlerden, haklardan ve keyiflerden üstündür.”

İngilizlere özgü faydacı ahlâk ile Amerikalılara özgü pragmatik ahlâkı Türk milletine lâyık görmeyen Peyami Bey, Thomas Carlyle’ın 1841 yılında yayımlanan Kahramanlar başlıklı eserine atıfla bu iki anlayışa ateş püskürür: “Buhar makinesi doğduğu tarihten beri bütün Anglo Sakson dünyasında ideal insan tipini Businessman (İş Adamı) temsil etmeye başladı. Sanayi kapitalizmi inkişaf ettikçe antikitenin kahramanları ve Ortaçağın azizleri yerine petrol kralları, kömür kralları, otomobil kralları geçiyordu. Ütilitarizm -faydacılık- felsefesinin buharın keşfinden pek az sonra Bentham’dan J. Stuart Mill’e kadar İngiltere’de doğmuş ve parlamış olması bir tesadüf değildir. Muvaffakiyeti hakikatin yerine koyan pragmatizm felsefesinin de Amerika’da itibar kazanmasına şaşılmaz. Bilgiyi faydanın emrine veren, doğru mefhumunun yerine kazanç mefhumunu geçiren ve menfaati bir hak ve ahlâk prensibi haline getiren lüpçü felsefe, bir Anglo-Sakson düşüncesidir ki, 150 seneden beri kahramanlığın ezelî mânâsını değiştirmek için olanca hamlesiyle çalışmıştır. Ammenin menfaati lehine canını bile vermekten üstün ideali olmayan kahramanın yerine, kendi menfaati lehine başkasının canını almaktan bile üstün ideali olmayan iş adamı geçiyordu.”

KAHRAMANIN SONSUZ YOLCULUĞU

Milliyetçi romancımızın modern kahramanlık anlayışına tepkisini bir ölçüde haklı görsek bile, öfkeli yaklaşımının çağdaş iktisadî gerçekliği doğru anlamamızı imkânsızlaştırdığını da söylemek zorundayız. Paşa, gazi, reis ve beylerin yerini bugün büyük ölçüde iktisadî girişimci ve icatçı mühendisler almışsa, görevimiz yas tutmak değil; çağdaş realite içindeki gazi ve beyleri araştırıp bulmak olmalıdır. Nitekim modern Japon tarihinin en önemli meselelerinden biri, kahramanlık timsali olan samuray ruhunu (Buşido) iş alanına taşımayı, yani askerî miti iktisadî mite dönüştürmeyi formüle etmek olmuştur. Kahramanlık mitinin tarih boyunca geçirdiği evreleri araştıran Joseph Campbell, mit dediğimiz olgunun “kozmosun sınırsız enerjisini insanın kültürel yaratımına akıtan gizli bir yarık” olduğunu söyler. “Mitolojinin simgeleri üretilmiş değildir; uydurulamaz veya bastırılamazlar. Onlar, ruhun kendiliğinden oluşan ürünleridir ve her biri kaynağının asıl gücünü bozulmamış olarak kendi içinde barındırır.” Hülasa, kahramanlık miti, ruhun yaşanan gerçekliğe verdiği doğal cevaptır.

Nitekim Peyami Safa’dan yarım yüzyıl önce, sosyolog iktisatçı Thorstein Veblen, sanayi çağının kahramanını ve kötü adamını (anti-hero) yetkin bir bakışla birbirinden ayırabiliyor; finansal kârlılığı kutsallaştıran spekülatör kapitalistlere ateş püskürürken, toplum yararına yaratıcı bir eylem içindeki mühendis ve sanayicileri yüceltiyordu. Kahramanlığı sadece siyasî/askerî alanla sınırlamak, birçok toplum gibi Türklerin de sadece “asker bir millet” olduğuna, dolayısıyla ticaretten anlamadığına dair bir kanaat oluşturur. Oryantalistler bu görüşün kökleşmesi için ciddi çaba harcadılar. Bernard Lewis, “Türkler sadece dört mesleğe aşinadır: Memurluk, savaş, din ve tarım” diyordu: Modern toplumun cansuyu olan sanayi ile ticareti gayrımüslimlere terkettiler; ticareti “bütün aşağılık taraflarıyla” Hrıstiyan ve Musevîlere bıraktılar.

Oysa 19. yüzyıl öncesinde Osmanlı ülkesini dolaşan Avrupalılar, müslüman tebaanın zanaatlarda ve ticarette ne kadar aktif olduğunu görüyor ve kaydediyorlardı. Daha sonra, sanayi kapitalizmi imparatorluk yapılarını etkilemeye başladı. Avrupa tüccarı, imparatorluktaki gayrımüslim unsurları acente olarak kullanmayı tercih ettiğinden, müslüman tüccar gölgede kaldı. Önceki yüzyıllarda hem iç, hem dış ticarette son derece aktif olan Türkler, son iki yüzyılda devre dışı bırakılmış oldular. Yani ticaretle uğraşmamak Türklerin genlerinden değil; Batılı sömürgecilerin Türkleri ve birçok başka milleti ticari rekabetten uzak tutma tercihinden kaynaklandı. Bu bakımdan, bir sömürü sistemi olduğuna inandığım Kapitalizmi eleştirmekle beraber; kapitalist girişimciliğin Türkiye dahil birçok ülkede, sömürgeciliğe çift-yönlü bir direniş olduğunu düşünüyorum: Hem isyankâr, hem itaatkâr bir direniş!

ARAS’TAN AMAZON’A YER GÖK ÇELİK

Kars’ın Göle kazasından bir Köy Enstitüsü öğretmeninin çelik irâdeli oğlu Yalçın Aras, yarım asırlık çetin bir mücadelenin sonucunda Amazon ve Walmart gibi dünya devi şirketlere, her biri 150.000 metre kareyi bulan çelik raf sistemleri imal edebilecek (dolayısıyla Türkiye eknomisine milyonlarca dolar döviz kazandıracak) bir düzeye geliyorsa; bu süreç mutlaka kahramanca ögeler içeriyordur. Okul öncesi çocukluk günlerinde tarlada ve ormanda çalışarak; öğretmen babasının Bursa’ya tayini üzerine, ilkokul çağında Bursa sokaklarında simit, erik, sakız, nane ve limonata satarak dokuz kişilik aile bütçesine katkıda bulunuyor. Lise derslerine pek ısınamadığı için akşam ticaret lisesine kaydoluyor ama gözü hep meslek hayatındadır. Raf montajı yapan bir iş yerinde dört yıl ter dökerken, boyuna etrafta gördüğü oto yedek parçacısı, civatacı ve benzeri iş yerlerine imreniyor. Birkaç bin liralık “sermaye” biriktirince de, babasının karşısına çıkıp, “kendime bir işyeri açmak istiyorum” diyor. Memur baba tipik tepkisini gösteriyor: “Babam, yanacağımı söyledi. Sakın kapıma haciz memuru getirme, adımı da hiçbir yerde kullanma!”8 Yalçın Aras buna rağmen 1976 yılında Gökçelik çelik eşya şirketini kuruyor: Babasından habersiz ve babasının üzerine! Çocukluk günlerimizin kahramanı Malkoçoğlu, bu denli cesur muydu?

Şirketin ilk günleri. Girişimcimizin profilleri kesecek bir makasa ihtiyacı var. Makasçı 4.500 lira isteyince, o da babasından bu miktarı borç alıyor. Cebinde nakliye parası olmadığı halde, daha fazla istemeyi kendine yakıştırmıyor. Aksilik bu ya, makasçı beş on lira bile indirim yapmıyor. Ve yalçın Aras o koca makası tam on kilometre sırtında taşıyor. “Gökçelik’in ilk demirbaşı bu makastır. Büyüdü elle kıvrılır abkant oldu; büyüdü elektrikli abkant oldu: büyüdü elektronik abkant oldu; büyüdü robotla üretim yapan devasa bir makineye dönüştü. Sonuçta bizi ABD’den Rusya’ya, Dubai’den Hindistan’a kadar dünyanın 70 küsur ülkesine ihracat yapar hale getirdi. Bugün artık Endüstri 4.0’ı bile geride bırakıp Endüstri 5.0 teknolojisi kullanıyoruz.”

ESAS SERMAYE, BİLGİDİR!

“Onurlu bir yaşamı iş hayatındaki başarılarından daha fazla önemseyen” Yalçın Aras, çok az sayıdaki entelektüel girişimcilerimizden biridir. Elli yıllık çabadan sonra, artık şirketinde sadece bir stratejist gibi davranıyor. Şirketin vizyon ve hedeflerini belirledikten sonra, uygulamayı güvenilir yöneticilere teslim ederek, onları denetlemekle yetiniyor. Arta kalan zamanında hem meslek odalarında etkin roller üstleniyor, hem de yerel basında aydınlatıcı yazılar yazıyor. Bana Nobel ödüllü iktisatçı Paul Romer’i hatırlatan bir yazısını kısaca özetliyorum:

Rahmetli babamın bir köy enstitüsü mezunu olarak bilimin ve bilginin ne kadar önemli olduğunu söylemediği gün yok gibiydi. Aklımda yer alan ve hiç unutmadığım en güzel sözü ise “servetiniz cebinizdeki cüzdan gibi olsun, dünyanın neresine giderseniz sizinle gelir.” O yıllarda ilkokul öğrencisi olduğum için ve öğretmenim de babam olduğu için pek anlam veremezdim bu söze. Onca serveti, malı mülkü bu küçücük cebimde nasıl taşıyacağımı düşünürdüm. Oysa babacığım bilimden, bilgelikten, öğrenmekten ve eğitimden bahsediyormuş. İnsanlığın hizmetine yarayacak, herhangi bir konuda yetişmiş ve otorite sahibi olmuş biri dünyanın her yerinde ayakları üzerinde durur, refah içinde yaşamayı bilir, becerir ve çevresine de ışık saçar. Geçtiğimiz günlerde yakından tanıdığım bir profesör, oğlunun Almanya’da bir üniversitede termodinamik konusunda çalışmak üzere iş bularak gittiğini anlatınca şaşırdım. Kendisine “oğlun servetini de beraberinde Almanya’ya götürdü” ve “asıl servet onun kafasındaki bilgilerdi ve uçtu gitti ülkemizden” diye açıkladım. Bir anlamda dostumun oğlu servetini yanında taşımayı becermiş. Fakat ülkemiz büyük bir serveti kaybetmiş. Oysa asıl milli servetimizi oluşturan genç nesilleri tutmak için bir şeyler yapmak mecburiyetindeyiz. Evet, serveti cüzdanımıza, cebimize sokalım ama ülkemizde harcayalım.

Paul Romer, ekonomik büyümenin fikirlerle ilişkisini irdeleyen çalışmalarında, elimizde mevcut olan fabrika veya çiftliklere, onların aynısından daha fazla katmakla ülkemizi zenginleştiremeyiz diyordu: Gerçek servet yaratımı, ister soya fasulyesi üzerindeki geliştirmeler gibi küçük, ister bilgisayar çipleri gibi büyük icatlar olsun, yeniliklerden gelmektedir. Ekonomik büyümeyi sürükleyen şey, fikirlerdir. Ülkesine ve insanlığa yararlı bir fikri olan ve hayatını o fikre adayan kahramana ne mutlu!”

MUSTAFA ÖZEL

62Fdef85 Dec4 4D90 B9D7 0859A73Bc10C