Tuzla Piyade Okulundan yedek subay öğrencilik günlerimin en iyi arkadaşlarından biri gönlüme düştü. Düşünmekten çatlayacağım, soyadı bir türlü gelmiyor aklıma. Nasıl bulurum derken, eski kartpostallarımı hatırladım. Arşivci olduğum söylenemez ama ne eski bir fotoğrafı ne eski bir mektubu ya da kartpostalı atmadım, atmam, atamam...

Kutular dolusu kartpostalı önüme koydum ve başladım eşelemeye. Sanki aniden bir zaman kuyusuna düştüm.

Arkadaşımın kartpostalı zarfsızdı, buldum. Yine adres ve soyadına ulaşamadım ama o kuyuda kayboldum. Lise arkadaşlarım, mahalle arkadaşlarım, akrabalarım, benim annem ve babama attığım kartpostallara bakarken o günkü duygularıma, hayallerime, yani gençliğime gittim.

Kartpostal yollamak; bayramlar, yılbaşı gibi özel günleri kutlamak amaçlı olduğu gibi bazen de mesaj vermek amaçlı olurdu.

Askere giden genç, askerlik yaptığı şehrin resminin olduğu kartpostalı yollardı ailesine. Ünlü bir turistik yere tatile giden biri de oradan, o manzarasını gösteren bir kartpostal gönderirdi sevdiklerine. Bu, aslında bugünün sosyal medya paylaşımlarından farksız bir şeydi.

Yani: “BAK BEN BURADAYIM, BURAYA GELDİM” demenin eski bir yolu.

Genç bir kızsanız ve liseden tanıdığınız bir erkek arkadaşınıza kartpostal yollayacaksanız, seçiminize dikkat etmek zorundaydınız. Yanlış anlaşılmalara neden olacak bir seçim yapmamalıydınız. Örneğin, Kurban Bayramı’nda bir kuzu resmi yollamanızdan kimse bir mânâ çıkarmazdı.

Ama ona özel bir duygu besliyor ve dahası bir mesaj vermek istiyorsanız, daha özenli bir seçim yapmanız gerekirdi. Eşim, henüz birlikte değilken bana okul tatilinde ağlayan ve kendisine benzeyen mavi gözlü bir kız kartpostalı yollamıştı. O kartpostala bakıp bakıp ne kadar çok fal açardım. “Acaba o da beni beğeniyor mu? Bu ağlayan kız acaba onun da beni özlediği anlamına mı geliyor?” diye düşünürdüm. O günlerin popüler bilim kurgu kahramanı E.T kartpostalı yollasaydı, tabii ki bunları düşünmezdim.

Mektup ya da kartpostal beklemek, postacı yolu gözlemek…

Bugünün genç kuşakları bunu bilmez, anlamak bir yana dursun empati bile yapamaz. Çünkü onlar bir mesaj atıp beş saniye bile sabredemiyorlar. Biz mektuplarımızı günlerce, haftalarca, aylarca, hatta yıllarca beklerdik; hep o beyaz zarfın bir gün geleceğine dair içimizde bir umut olurdu.

Ne heyecanla açardım o zarfı, bir solukta okurdum mektubu. Sonra bir daha, bir daha bir daha okurdum. Bazen, iki damla gözyaşı düşerdi o sayfaların üstüne.

Yirmi yaşındaki Özkan’a sorsanız, “İmkânsızlık çok büyük şanssızlık,” derdi.

Ama altmış yaşındaki Özkan, “Ah, ne kadar şanslıymışız; dolu dolu yaşamışız aşkı, dostluğu, hayatı,” der. (Tanıyorum onu, gerçekten böyle der.)

Kartpostallar bir zamanın sosyal medya paylaşımlarıydı, EVET.

Evet ama o dönem azdı, somuttu ve bu yüzden çok kıymetliydi. O yüzden kutularda saklanmaya değerdi.

Şimdi her gün yüzlerce mesaj alıyoruz, gönderiyoruz. Çok fazla ve değersiz; geldiği an eskiyorlar. Şimdinin postları KART!

Oysa benim kolilerde sakladıklarım hâlâ ilk günkü gibi körpecik.

*Genellikle dikdörtgen biçiminde ince kartondan yapılmış, bir yüzü resimli, zarflı veya zarfsız gönderilen posta kartı.