Her on yıl, farklı bir anlayışı, bakışı, tarzı ve yorumu beraberinde getiriyor.

Altmışlar, yetmişler diyor ve o dönemin giysilerini, müziklerini, insan anlayışlarını konuşuyoruz örneğin.

Çoğunlukla yaşadığımız o dönemleri güzellikleriyle anıyoruz, özlüyoruz.

Doksanlarda yaşamamış bir genç, o dönemin müziklerini dinleyebiliyor.

Ben ellilerde yaşamadım. Ama o dönemdeki bir reklam afişine, bir araba modeline hayranlıkla bakarım.

Bayılırım kadınların ve erkeklerin giysilerine.

Bir ömrü yaşıyoruz. Yoldayız. Herkesin yolculuğu farklı, mesafesi farklı, eni farklı. Bu yolda giderken edinimlerimiz oluyor. Bilgi, görgü gibi soyut kavramların yanında mal, mülk ve evlat gibi somut edinimlerimiz de var.

Edindiğimiz çocuklarımız bizler gibi kuşakları oluşturuyorlar. Kuşaklara X, Y, Z gibi adlar konmasını, üzerlerine ahkâm kesilmesini şahsen seven, benimseyen biri değilim. Doğaldır ki her kuşak birbirinden farklı olacaktır. İnsanın var olduğu günden bu yana öyle olagelmiştir. Aksi düşünülemez. Bu farklılığı ele alıp yeni kuşaklara veryansın edenleri cahillikle yaftalarım, hiç kimse kusura bakmasın.

Doksan, doksan beş ve iki bin iki doğumlu üç çocuk yetiştirdim. Üçü de birbirine benziyor, üçü de birbirinden farklı. Kızım ve damadımın emaneti, henüz yedi yaşına basmış Alp’imiz de bizimle kalıyor. Didim’de Turna Koyu’ndayız.

Torunum Alp, komşumuzun torunu Demir, baldızımın torunları ikizler, Yiğit ve Aras sabah kalkar kalkmaz buluşuyorlar. Ellerinde olmazsa olmaz tabletleri var. Kâh online oyun oynuyorlar, kâh ayrı ayrı bir şey izliyorlar.

Yakın dostlarımız Sevgi abla ve Mesut ağabey ile geçen sabah denize giderken, günaydın faslından hemen sonra torunlarının bu tablet tutkusundan çok rahatsız olduklarını söylediler.

“İnanın, az önce konuştuk eşimle. Bu kuşak bir ömrü yaşıyor fakat şu gül goncasının, şu begonvilin, yeni alınan balkon masasının farkında değiller,” dedim. Bu serzeniş veya eleştiri değildi. Bu zaman böyle bir zaman. Zaman “sanal gerçeklik” zamanı.

Denizden geldikten sonra biz kahvaltıyı hazırlarken Alp uyandı. “Boynum ağrıyor dede,” dedi. “Tablet yüzündendir,” dedim. Çünkü hepsi bir kanepeye uzanıyorlar, başlarının altına bir kırlent koyuyorlar. Boyunları saatlerce aynı pozisyonda kalıyor.

Boynunu hafif hafif ovarken, “Bugün sadece bir saat tabletine bak. Geri kalan zamanında başka şeyler yapalım, olur mu?” dedim. “Olur,” dedi ama bu, keyifli bir “olur” değildi.

Cem Yılmaz son gösterisinde konuyu bir yere getirip, “Çocuğun elinden tabletini alabilir misin?” diye soruyor.

Evet, alamayız çünkü eline biz verdik.

Şimdi 15 aylık torunum Berk de annesinin telefonundan müzik eşliğinde birtakım videolar izleyip yemek yiyor, öylece uykuya dalıyor. Bir süre sonra o da eline önce annesinin telefonunu alacak. Sonra da tablet isteyecek.

Akşama doğru Alp’i de alıp deniz kıyısına gittik. Denize girip çıktıktan sonra bana bu yazıyı yazdıran sohbete koyulduk torunumla.

“En son yasaklanan oyun hakkında ne düşünüyorsun, sence bu yasak doğru mu?” diye sordum. Henüz ikinci sınıfa geçmiş yedi yaşındaki parmak kadar çocuk ne dese beğenirsiniz?

“Dede ben bu ve benzer yasaklara çok sinirliyim. Benim gibi bütün çocuklar sinirli. Arabalar kaza yapıyor, insanlar ölüyor diye arabalar yasaklanıyor mu? Biz Kuzey Kore’ye benzemeye başladık. Arkadaşlarımızla artık Kuzey Türkiye diyoruz,” demez mi?

Bu arada Alp’e tüm iç organları ve işlevlerini sorabilirsiniz. Eksiksiz yanıtlar. Bütün gezegenleri uydularıyla sayar. Ülkeleri ve yönetim biçimlerini bilir. Bugünlerde geçmişten günümüze sömürge ülkelere taktı. Onları araştırıyor. Ona kimse bunları öğren demedi. Elinde bir alet var ve o alette ne ararsan var. Bu kuşak, tablet kuşağı. Cem Yılmaz’ın dediği gibi, tarhanayla, bulgurla beslenmiş ibrişim kuşak değil.

Yazıyı bitirdiğimde saat 04.35’di.

Ben de biraz Sümer Tableti okuyayım, belki uykum gelir!

Sağlıcakla kalın, değerli dostlar.