Hâkim bir tepeden, kuş bakışı Mudanya Körfezi’ne bakıyorum. Deniz ne güzel. Lacivert bir patiska gibi. Rüzgâr, denizin kokusunu getiriyor. Mis gibi.
Mudanya sahilleri, benim yüzmeyi öğrendiğim, beni kendine âşık eden kıyılar. Elimle zargana yakaladığım yıllar.
Siemens Kablo Fabrikası’nın önüne kurduğumuz şeker çuvalından bozma çadırımızda geçirdiğimiz o günler. Çakımla yaptığım pervanenin söylediği şarkılara, deniz kabuklarının dizildiği çıngırağın ritmi eşlik ederdi.
Annemin çalı çırpı ateşinde yaptığı kızartmanın tadı unutulmazdı.
Patlıcan, biber, patates, kabak ve üstüne sarımsaklı domates.
Babamın saçları yosun kokardı. Denizin kokusu tüm bedenimizi sarmalardı. Çünkü tatlı suyla duş alma şansımız yoktu.
Denizi seyrederken çocukluğuma gittim. Ve bir şey fark ettim. Bu tatil günü denizde bir tek tekne yoktu. Denizde refah yoktu.
Refahı çok gördüler bu üç tarafı denizlerle çevrili cennet yurdumuzda insanımıza.
Oysa yüzlerce özel tekne, yat, kayık görmeliydik şu körfezde. Şen kahkahalar çınlamalıydı mutlulukla gök kubbede. Tekne alacak parası olmayanlar, onlarca gezi teknesinin üzerinde şarkılar eşliğinde yaprak sarma yiyip göbek atmalıydı bu güzel yaz gününde.
Son elli yılda kalkınmak sözcükte kaldı. Nutuklar atıldı, vaatler verildi ama hiçbiri yerine getirilmedi. Ağzına bir zeytin tanesi atıldı vatandaşın, altına teneke dayayıp on kilo yağ alındı. Her şeyi sömürüldü. Herkes biliyor da ne yazık ki sömürülen bilmiyor. En kötüsü, cahil bırakıldı. Öyle cahil bırakıldı ki çalınan refahına kader diyebiliyor.
Kötüler kazandı dünyada. Kıtalar dolusu halklara en temel yaşam hakkı dahi tanınmadı. Oysa avuç içi kadar mutluluk yeterdi herkese. Kendi haline bırakılsa halklar, şeker çuvalından başlayan yaz tatillerini, branda çadıra, barakaya, eve, villaya evirebilirlerdi. Gelir adil dağılsaydı, sektörlerimizin yabancıların oyuncağı olmasına izin verilmeseydi.
“Şunu ekme, şunu üretme, şunu bana ver” diyenlere teslim olmasaydık.
Bilge biliyor ve söylüyor. Bir avuç bilge kabak gibi görüyor geleceği. Ama cahil bırakılmış halk bilmiyor. Okumadıkça merak etmemiş, gelişmemiş ve zamanla öğrenme organı tıkanmış, zekâ oranı düşmüş.
Bizim neslimiz ve yeni nesil arasında uçurum oldu. Coğrafyadan, tarihten, edebiyattan, matematikten, genel kültürden bihaber bir kuşak çıktı ortaya. Dolayısıyla “integrale ne gerek var” diyen bakanlar geçti başımıza.
Bilge biliyor, gözünü budaktan sakınmadan söylüyor Celal ŞENGÖR:
“Böyle giderse en fazla yirmi otuz sene sonra Türkiye diye bir ülke olmayacak. Muhakkak ki topraklar kalacak, insanlar olacak ama bu toprakların adı ne olacak bilmiyoruz.
Biz ahlakı yüceltmedik, zekâmızı geliştirmedik.”
Zenginlik ve refahı düşman olarak gösterdiler bize on yıllarca. Solcu "burjuva" dedi, “sömürücü düzen" dedi. Dindar "bir lokma, bir hırka yeter, şükredin" dedi. Ve bugün ülkemizde burjuva sınıfı gelişmedi. Bir iki gurur kaynağımız şirkete bile düşman edildi halkımız. Hal böyle olunca elimize aldığımız her şey yabancı oldu. İnanılmaz bir şekilde tarım ülkesinde tarım ürünleri bile yerli malı değil artık.
Bayrak inmez, ezan susmaz…
Ama vatan bölünür. Yugoslavya’da bir bayrak vardı yine var ama sekiz tane. Yugoslavya’da ezan okunan camiler de var. Ancak artık başka başka ülke sayılan topraklarda okunuyor ezanlar.
Karamsar bir yazı oldu biliyorum. Gerçekler acıdır dostlar. Gerçeğin acısı kızarmış biberin acısına da benzemez. Tokat gibi serttir.
Birileri kuş bakışı bakıyor dünyaya. Onlar baktıklarında sınırları görmüyorlar. Madenleri, verimli ovaları ve limanları görüyorlar. İnsanları, acılarını, vatan sevgilerini görmüyorlar. Ortaklarını, paydaşlarını ve geleceği görüyorlar ve tasarlıyorlar.
Aziz Nesin’in yüzde altmış dediği, şimdilerde yüzde seksene çıkmış bu aptallar sürüsü içinde koca aptal ben de gecenin bir vakti içlenmiş yazıyorum sanki bir işe yarayacak gibi.
Sümer tabletlerinde yazan Anonakileri bekliyorum umutla.
Yapışacağım yakalarına, ne yaptınız insanlığa ne yaptınız böyle? Niye bırakmadınız bizi kendi halimize diye hesap soracağım.
Gelirler mi yine yukarıdan, kuş bakışı…