TUZ VE ARITMA, BİR SÜRÜ ZIRVA

Otuz altı yaşında ensemde şiddetli bir ağrı olunca doktora gittim. Yeme içme alışkanlıklarımdan, kullandığım tuz miktarından söz ettik. Doktorum, “Bundan sonra hayatında tuz az olacak” dedi. Ben bunu bir talimat olarak aldım, abarttım ve tuzu hayatımdan tamamen çıkarttım.

Başladım arkadaş toplantılarında tuzun zararlarını anlatmaya. Tuz asitti, bunu vücuduna sokanın aklından zoru vardı. Salataya, ete tuz serpenleri uyarıyor, “Ben tuzsuz yiyemem,” diyenleri içten içe cahillikle suçluyordum.

Oysa bu bedenin her türlü minerale ihtiyacı vardı. Tabii ki belli bir miktarda. Yani klasik deyimiyle, “Her şeyin azı karar çoğu zarar.”

Son altı aydır kendimde bir yorgunluk, halsizlik hissediyordum.

Üstüne üstlük de sebepsiz bir unutkanlık ortaya çıkmıştı. Geçenlerde sosyal medyada yabancı bir uzmanın konuşmasını dinledim. Beynimde şimşekler çaktı.

Arıtılmış suları kullanmanın zararlarından söz ediyordu. Yazlığımda, kışlığımda ve işyerimde ben de arıtılmış su kullanıyordum.

Biz sularımızı arıtıp saf, temiz su içtiğimizi sanarken acaba kendimize büyük bir kötülük mü yapıyorduk?

Ne yazık ki üzülerek söylüyorum: EVET!

Eğer su da mikrop yoksa, klor miktarı kabul edilebilir seviyedeyse çeşme suyu içmek, arıtma suyu içmekten çok çok daha faydalı.

Uzman, arıtılmış suda başta lityum olmak üzere hiçbir şeyin kalmadığını söylüyor. Ve lityum beynin en büyük ihtiyacı.

Arıtma işi ciddi bir sektör oldu. Hatta cihaz tanıtımlarında bazı testler yapıp tüketiciye arıtmadan arta kalan koyu renk atıkları gösterip, “İşte bunları içiyorsunuz,” diyerek satışı hızlandırıyorlar. Ancak o atık denilenin içinde başta demir olmak üzere bedenimize gerekli yüzlerce mineral var.

İki haftadır arabamı durdurup kaynak suyundan cam şişelere su dolduruyorum. Ve onları tüketiyorum. Yiyeceklerime el değirmeninden Çankırı tuzu kırt kırtlıyorum. O eski enerjim yerine geldi. Unutkanlık sorunum geçti.

Yaşadım, uyguladım, gördüm.

Hekim değilim, uzman değilim. Her beden farklıdır. Ama bunu da bilin istedim.

*****

Dindarlık, inançlı olmak ve öyle yaşamak eğer aklını kiraya vermediysen ne güzel bir şey. İnsanı rahatlatır, mutlu eder, hayra yöneltir. Ama her zaman derim, “Bir yerde durmaz.”

İşin içine insan yorumları girer, menfaat girer, güç odakları girer, hatta siyaset girer.

Son zamanlarda artan sosyal medya kanallarıyla öyle bir bombardıman var ki akıl sahibi normal bir insanın dayanması mümkün değil.

Kafada sarıklı biri konuşuyor. Görüldüğü kadarıyla kitlesine hâkim biri.

Filanca henüz ana memesi emerken yani henüz bebekken bile oruç tutarmış, sahurda emer, iftar saatine kadar bir daha emmezmiş. Gazze’de çocuğun attığı taş roketatara dönüşüp tankları parçalıyormuş. Bunu bu çağda normal görmek mümkün mü?

Adama sormazlar mı “Kardeşim, Gazze diye bir yer kalmadı. Binlerce insan öldü. Evler boşaltıldı. Taştan roket oluyordu da bu hâl ne böyle o zaman?” diye. Hem nasıl oluyor da Tanrı’nın işin içinde ve taraf olduğu bir durumda kul galip geliyor? Allah’a bu kadar hakaret edilir mi?

Taşı bombaya çeviren Cenab-ı Allah oraya göktaşı yağmuru yapamıyor mu? Evren dahil her şeyin sahibi bu kadar aciz mi?

Bu kadar zırvaya kim inanıyor peki?

Bu insanlar nasıl bu kadar itibar görüyor? Cevap belli. Pozitif ilim doğrultusunda eğitilmeyen ve o çevrede kişilik bulan insanlar sayesinde.

Taşın rokete dönüştüğü gibi gerçekdışı safsatalarla beyni yıkanan çocuk araştırır mı, merak eder mi, icat eder mi?

Aklımızı başımıza alalım. Dünyada rekabet bilgi, dolayısıyla bilimle oluyor. Bir ıskalarsak işte o zaman başta dinimiz olmak üzere elimizde hiçbir değerimiz kalmaz.