Aylardan Ramazan. Davulcu kasnağına kasnağına vuruyor davulun. Eskiden beri şu davulcu konusunda çelişirim kendimle.
Bir derim, “Bu çağda ne gerek var?”
Bir derim, “Gelenek işte, ne güzel!”
Çocukluğumda davulcu ne kadar önemliydi. Cama çıkar seyrederdim. Maniler söylerlerdi. Hatta bir davulcu vardı kapımızın önünde gösteri yapardı. İzlendiğini bilirdi.
Anıbaşına geçince yine çocukluğum geldi aklıma. Bize çok uzun gelen oysa göz açıp kapayana dek gelip geçen çocukluğumuz.
Sokaklar cümbüş yeri gibiydi. Mahalleye at arabasıyla yağ satmaya gelen yağcı, iki yana astığı yoğurt tavalarıyla kapı kapı gezen yoğurtçu, bembeyaz giysisi ve galvaniz güğümüyle sütçü, “Eskijiiiiii” diye bağıran, üç beş mandala bakır kazanı alıp götüren çingene, renkli bir fırdöndüye benzeyen tezgahıyla macuncu, korkunç haberleriyle destancı, Çongara’dan gelen, atının iki küfesi vişne ve ayşekadın fasulyeyle dolu köylü, köşe başını mesken tutan, gün boyu çalışan kalaycı, camekânlı arabalarıyla; Şam tatlıcı, bici bicici, turşucu, simitçi, gazozcu, dondurmacı…
Hepsinin kendine özgü bir nidası vardı. Bağırmadan hiçbir şey satılmazdı. Hepsinden farklı olan hem bağıran hem de çan çalan yoğurtçuydu.
Ve kış gecelerinin sessizliğini patiska bir kumaş gibi yırtan; ama bebekleri bile uyandırmayan güzel sesiyle bozacı:
“Boooooozzzaaaaaaaa…!”
Ah çocukluğum, çocukluğumuz.
Geçen akşam iki oğlum ablasının misafiriydi. Anıbaşına geçmeden gruba atılan videoları izledim. Torunum Alp dayılarıyla ne güzel vakit geçirmiş. O da unutmayacak çocukluğunu, onun da torunlarına, “Ah çocukluğum!” diye anlatacağı anıları olacak elbet. Peki benim ve torunumun anıları kadar farklı olacak mı onların da anıları. “Hiç sanmıyorum!” desem yalan, “Evet!” desem yalan! Koca bir bilinmez…
Çocukların ellerinde avuç içi kadar bir cihaz var şimdi. O cihaza koskoca bir evren sığdırılmış. Elinden aldığında ağlamayan, zırlamayan çocuk var mı? Anne babanın da işine geliyor. Ver eline sussun. Sen de işine bak.
Bizim zamanımızda anneler çocuklarını sokağa salar, çocuklar akşam ezanıyla dönerlerdi evlerine. Acıkınca beş dakikalığına eve uğrar, salçalı ekmeği kapar yine oyuna koşardık.
Bir keresinde çok acıkıp eve gelmiştim. Annem bahçede, küçük tüp üstünde karnıyarık içi hazırlıyordu. Çeyrek ekmeğin içine iki kaşık koydu, sonra ekmeğin üstüne yağından da bir kaşık gezdirdi ve elime tutuşturdu. O lezzeti hiç unutamam. O ne şölendi öyle. Acıkınca ne yese tatlı gelir insana da peki o tat neden unutulmaz?
Ramazanlar ayrı güzeldi. Ailecek yapılan sahur ve iftar yemekleri. Yazdan hazırlanmış, mis gibi tereyağı kokan erişte, kuskus, tarhana çorbası, envai çeşit reçel, güneşte demlenmiş domates salçası…
Ramazan bitti mi gelen bayram gerçekten bayramdı. Herkeste bayram sevinci olurdu.
“Sevinç” dedim değil mi? Son zamanlarda nerdeyse hiç kullanılmayan, unutulmaya yüz tutmuş sözcük: SEVİNÇ.
Ve hem kıza hem erkeğe konulan bir isimdi aynı zamanda. Torunum bayram sevincini bizler kadar yaşar mı? Yaşatmaya çalışıyoruz ama bizim sevinç dediğimiz o tarifsiz duyguya denk mi hissettikleri?
Bayramın birinci günü el öpme faslı bitti mi Pınarbaşı Mahallesi’ne panayıra giderdik. Panayırın kurulmaya başladı haberleri ramazanın son haftasının en güncel konusu olurdu. Bu sene yeni ne vardı acaba? Cambaz yeni numaralar yapacak mıydı? Çadırda ürkünç yılan, yüreğimi uçuran döner sandalye… Ve ilk şoförlük deneyimim çarpışan arabalar. “Çarpmayın, gezin ne olur, çarpmayın gezin.” Ama ne mümkün. Sırf çarpmaya binmiş deli çocuklar rahat durur mu?
Bayramlarda, “şans, talih, kader, kısmet” diye bağıra bağıra gezen amcalar vardı bir de. Yuvarlak gözleri olan, gözlerin renkli barakla kapalı olduğu bir kapakla örtülü bir kutu gezdirirlerdi. Kutunun içinde sürprizli hediyeler gizliydi. On kuruşu verip, seçtiğimiz gözü toplu iğnenin ucuyla kazırdık. Altından ne çıkacak acaba diye yüreğimiz ağzımızda beklerdik. Bugün en şanslı hangimizdik? Boş yoktu, en azından çıtır gofret çıkardı. Ama kimse gofret çıksın istemezdi.
Mantar tabancası, metal araba, su tabancası en kıymetli ikramiyelerdi. Ama bir tanesi vardı ki paha biçilmezdi. O da paketli koca çikolata. Açık satılan Şark çikolatasına ya da baston çikolataya benzer miydi hiç? Onun tadı doyumsuzdu. Gıdım gıdım yerdik, hiç bitmesin isterdik.
Bir gün bir çocuğa ardı ardına üç kez paket çikolata çıkmıştı. Çok şanslıydı. Kimseye bir parça vermedi. Özencik yapa yapa hepsini yedi. Bizim mahalleye ilk ambulans o gün geldi. Demek şans pek iyi bir şey değildi. Ya da iyiydi de “üleşmek” en iyisiydi. Üleşen çocuk sevilirdi. Çok arkadaşı olurdu. Bir de karnı ağrımazdı. Anneler okula giderken bir şey verirlerse, “Arkadaşlarınla üleş,” diye tembihlerlerdi.
Bizler üleşe üleşe büyüdük. Sevinçleri de kederleri de. Çünkü sevinçler üleşerek büyür, kederler üleşerek azalırdı.
Keşke çocukluğumuzu da koca paket çikolata gibi gıdım gıdım yeseydik, yalamadan yutmasaydık.
( Yazımı devam eden ARKASI YARIN MEKTUPLAR 7’den)