KOLTUK

50 yıllık iş yaşantımın 20 yıllık döneminde uluslararası ticaretle haşır neşir olmuştum. Üretimimizin neredeyse yüzde 95’ini Amerika ve Avrupa ülkelerine, Avrupa markaları üzerinden Asya’ya, kalan yüzde 5’ini de Türkiye’nin ünlü markalarına gönderdik. Dünyanın çeşitli ülkelerinden tekstil ürünleri, otomotiv parçaları gibi çeşitli ürünler ithal ettik. Elbette mesleğim olan İnşaat Mühendisliği ve Müteahhitlik hizmetleri hep vardı ve halen devam ediyoruz. Bu yoğunluk içinde sivil toplum örgütlerinde çalışmaktan taviz vermedim, aksine bu çalışmaları vazife saydım, haz aldım, mutluluk duydum.

   Bu sürede siyasetten de işlerimin yoğunluğundan ilgilenemediğim pek çok teklif aldım. Yine de kısa bir dönem ucundan da olsa ilgilendim. Davet edildiğim ya da tercihen katıldığım iş amaçlı gezilerde eski, yeni Bakan ya da milletvekili siyasilerle yurt içi ve yurt dışında birlikte olmak, yemekler yemek, sohbet etmek fırsatlarım oldu. En önemlisi de vatandaş olarak deneyimlerim. Bütün bu tecrübe ile anlamaya çalıştığım ise koltuğun neden bu kadar kıymetli olduğu. İnsanların, kariyerlerinden çok farklı konularda olsa dahi bir koltuk edinme gayretleri ve bu amaca dönük zafiyetleri. Ve bir şekilde koltuk edinmişlerse bunu ellerinde tutmak için maddi manevi fedaya hazır oldukları ve bu yolda ülkenin ve milyonlarca insanın kaderini etkileme yetisini umursamak, düşünmek gibi dertlerinin olmaması.

    Koltuğa yapışan neden bırakmak istemiyor? Neden bu kadar kıymetli bu koltuk? Para mı? Tek başına değil. Çünkü bildiklerim içinde varlıklı olanlar az değildi. Ya da şöyle demek lazım; Siyasetten servet yapan da vardı, servetini siyasete harcayan da. İtibar mı? Tek başına o da değil. Çünkü siyasetten önce de itibarlı pek çok insan tanıdım. Ne o zaman?

    Aslında hepsi birden ve ötesi. O şakşakçılar var ya şakşakçılar. Hani “Şeyh uçmaz, mürit uçurur” denilen şakşakçılar, insanı kendi özellikleri ile asla ulaşamayacağı bir mertebeye oturtma gücüne sahip olanlar! Bırakma zamanının geldiğini kendileri görseler ve bilseler bile, çevrelerindeki camdan köşkten kolayca vazgeçebilecek kadar kendisine saygısı ve güveni olanı mutlaka varsa dahi ben göremedim. Kolay da değil. Bir süre sonra kendilerini gerçekten uçuyor zannedeni de çok. Hani “benden başkası yapamaz, bilemez modu.” Bazen haberlerde falan görüyorsunuz ya efendim, “Finlandiya başbakanı istifa etti, ya da Japonya bakan yardımcısı harakiri yaptı” falan. Doğrudur, oralarda olabilir. Onların ülkelerinin milli geliri Türkiye’nin kat kat üstünde. Ama başbakan işe bisikletle gidiyor. Koruması falan da yok. Müridi, alkışçısı yok. Tiyatroya gidiyor da, yer gösteren yok. E o adam kolayca istifa eder tabii. Bizimkiler öyle mi? “Şiir yazmasalar da şiir gibi yaşıyorlar.” Asla hayal bile edemeyecekleri bir yaşam gerçek olmuş, nasıl bıraksınlar o koltuğu? Mesela rüyasında göremeyeceği bir makama ya da yetkilere kavuşmuş bir Bakan düşünün. O koltuğu kaybetmemek için neler feda eder acaba. Siz olsanız ne yapardınız mesela.

    İşte bu nedenledir ki o koltuklarda kalabilmek için her yol mübah sayılıyor. Buna engel olabilecek ne varsa saf dışı etme, mümkün kılacak ne varsa o yolda projeler geliştiriliyor. Ortadoğu’yu şekillendiren büyük abiler yollardaki raptiyeleri de bir güzel temizletmiş, engel de bırakmamış. Tek tek saymak zaman kaybı. İnceleyin uygulamaları, tamamı koltuk öncelikli projelerin parçaları. Koltuğun önündeki engel ise seçimler ve vatandaş. En ciddi sıkıntı ise emekliler. Sanırım onları da muhtarlar gibi gezmeye götürme zamanı geldi. Hemen bir emekliler derneği kurup, yönetimde koltuk kapmaya bakın. Mutlak ödülü olacaktır. Elbette gerek kariyeri, bilgisi, karakteri, tecrübesi ile olduğu yeri hak edenler için söz meclisten dışarı. Zaten onların bir koltuk kaygısı da olmaz.